Yayınlar

DİSİPLİN SORUŞTURMALARINDA HUKUKA AYKIRI DELİL YASAĞI

Bilindiği üzere yargılama faaliyetinde her şeyin delil olarak kullanılabilmesine “delil serbestliği ilkesi” denilmekte ve bu prensibin maddi gerçeğe ulaşılabilmesi bakımından gerekli olduğu kabul edilmektedir.

Ancak günümüzde maddi gerçeğin sınırsız surette araştırılmasının pek çok kişisel ve toplumsal değeri tahrip ettiği de görüldüğünden, delil serbestliği ilkesine bazı sınırlamalar getirilmiştir. İşte hukuk devletinin korunabilmesi bakımından, delil elde edilmesi ve değerlendirilmesi işlemlerine getirilen sınırlamalara “delil yasakları” denilmektedir.

Delil yasakları, ikame ve değerlendirme yasakları olarak iki ana başlık altında incelenmekte, bunlar da; delil konusu yasakları, delil aracı yasakları ve delil metodu yasakları olmak üzere üç alt başlık halinde ele alınmaktadır.

Delil yasakları, ilk kez 1992 yılında 3842 sayılı Kanunla CMUK’un 254. Maddesine eklenen ikinci fıkra ile mevzuatımıza girmiştir. CMUK’un 254. Maddesine eklenen “Soruşturma ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı bir şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz.” hükmü ceza muhakemesi tatbikatında bir müddet tereddütlere yol açmıştır. Bu şekildeki delillerin dava dosyasından çıkarılıp çıkarılmayacağı, hukuka aykırı deliller yoluyla elde edilen diğer delillerin (zehirli ağacın meyveleri) hukuki durumu ve geçerliliği gibi konularda tartışmalar yaşanmıştır.

Bu tartışmaları sona erdirmek gayesiyle, 03.10.2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanunun 15. Maddesi ile Anayasanın 38. Maddesinde değişiklik yapılmış ve delil yasakları Anayasal ilke haline getirilmiştir. Yapılan bu değişiklikle Anayasanın 38/6. Maddesine“Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez.” hükmü eklenmiştir.

4709 sayılı Kanunun gerekçesinde “1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının; uygulamada olduğu dönem içinde ortaya çıkan ihtiyaçlar, kamuoyunun beklentileri ve yeni siyasi açılımlar doğrultusunda yenilenmesi gereği doğmuştur. Ayrıca Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinde, ekonomik ve siyasi kriterlerin karşılanmasının, bu alanda gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasının ön şartı olarak Anayasada bazı değişikliklerin yapılması da kaçınılmazdır. Bu teklif toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek, çağdaş-demokratik standartlara ve evrensel normlara uygun, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü ön plana çıkaran bir Anayasa değişikliğini hedeflemektedir.” denilmiştir.

Delil yasaklarının Anayasal ilke haline getirilmesi sonrasında kanunlarımızda pek çok düzenleme yapılarak bu ilke pekiştirilmiştir. (Örneğin CMK’nın 135, 148, 206-(2), 217-(2), 289-(1)-i)

Delil yasaklarına ilişkin hükmün Anayasal ilke haline getirilmesi, bazı sonuçlar doğurmuştur.

İlk olarak; Anayasada yer alan bu düzenleme artık sadece CMK bakımından değil, tüm yargılama hukuku bakımından hüküm ifade edecek; bundan Anayasa yargısı, medeni yargı, idari yargı, askeri yargı hatta disiplin soruşturmaları temelinden etkilenecektir.

İkinci olarak; eski CMUK’un 254/2. Maddesi hükmü sadece soruşturma ve kovuşturma makamlarını bağlamasına rağmen, Anayasal düzenlemenin herkesi bağladığı dikkate alındığında; özel kişilerin elde ettikleri deliller de delil yasağı kapsamına dâhil edilecektir.

Üçüncü olarak; Anayasanın 38/6. Maddesinde kanuna aykırı elde edilmiş bulguların delil olarak kabul edilemeyeceği belirtildiğine göre, kanuna aykırı olarak elde edilmiş ve henüz delil vasfını kazanmamış tüm iz ve eserler ile belirtiler de artık delil sayılamayacaktır. Anayasada delil değil de bulgu denilmiş olması, zehirli ağacın meyveleri tartışmasına da son noktayı koymuştur.

Şurası muhakkaktır ki; Anayasanın 38/6. Maddesinde düzenlenen mutlak delil yasağı sadece genel ceza mahkemelerini değil, idare mahkemelerini, askeri ceza mahkemelerini, Askeri Yüksek İdare Mahkemesini, hukuk mahkemelerini, vergi mahkemelerini, Anayasa Mahkemesini, TBMM soruşturma komisyonlarını, özel soruşturma kurallarını uygulayan kişi ve makamları hülasa tüm sistemi bağlar.

Zira Anayasanın 11. Maddesine göre; Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargılama makamlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Bu durumda Anayasada zikredilen mutlak delil yasağı, herkes bakımından bağlayıcı sonuç doğurmaktadır. Esasen 38. Maddenin Anayasanın “Temel Hak ve Ödevler” başlıklı ikinci kısmında “Kişinin Hak ve Ödevleri” başlıklı ikinci bölümde düzenlenmiş olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. (Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK-Doç. Dr. Mustafa Ruhan ERDEM, Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Yayınları, 11. Baskı, Ankara, 2007, S. 476-493; Prof. Dr. Erdener YURTCAN, Ceza Yargılaması Hukuku, Vedat Kitapçılık, 11. Baskı, İstanbul, 2005, S. 427 vd.)

Her ne kadar Anayasanın 38. Maddesinin başlığı “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” ise de; Anayasanın Madde başlıkları metne dâhil olmadığından, bu Maddede yer alan mutlak delil yasağı gibi ilkeler herkes ve her organ için bağlayıcı niteliktedir.

Ayrıca 38. Maddenin Anayasa sistematiği içinde “Temel haklar ve ödevler” kısmında, “Kişinin hak ve ödevleri” bölümünde düzenlenmiş olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.

Delil yasakları, idare hukukunda da irdelenmiş bir konudur. Bazı ülkelerde özel olarak idari usul mevzuatı kabul edilmiş olup, maddi hukukun gerçekleştirilmesi bakımından idari usulün büyük önem taşıdığı düşünülmektedir. İnsanlık onurunun korunması, hukuk devleti, demokrasi, sosyal devlet, eşitlik ve temel haklara saygı ilkelerinin hayata geçirilmesi idari usulün temel hukuki işlevleri olarak kabul edilmektedir. Özellikle idari işlem tesis edilmeden önce uygulanan idari usul prosedürü kapsamında delil yasaklarına riayet edilip edilmediği hususu; idari işlemin hukuka uygunluğu bakımından büyük önem arz etmektedir.

Özel bir idari usul mevzuatı bulunmasa dahi birel işlemlerin tesisinden önce idare tarafından araştırma ve soruşturma yapılması ve bu soruşturma sürecinde tespit edilen delillerin değerlendirilmesi suretiyle karar verilmesi gerektiği izahtan varestedir. İdari karar sürecinde de resen araştırma ve delil serbestliği ilkeleri uygulanmakla beraber, hukuka aykırı olarak elde edilen delillere dayanılarak idari işlem tesis edilemeyeceği kabul edilmektedir. (Doç.Dr. Bahtiyar AKYILMAZ, İdari İşlemin Yapılış Usulü, Yetkin Yayınları, Ankara, 2000, s.135-139)

Ayrıca Anayasanın 2. Maddesine göre; Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Hukuk devletinin ayırıcı niteliklerinden birisi de; devletin tüm organlarının ve bu kapsamda idarenin, her türlü faaliyet ve işlemlerinde hukuka, Anayasaya ve kanunlara uygun davranması ve bu şekilde davranmayı ilke edinmesidir. Bu durumda hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin, gerek idare ve gerekse idare mahkemeleri tarafından dikkate alınması mümkün değildir.

Mevzuatımızdaki düzenlemelerin gelişim süreci dikkate alındığında, hukuka aykırı delil yasağı ilkesinin sadece ceza yargılamasını ilgilendirdiğini söylemek mümkün değildir.

Zira Anayasanın 38/6. Maddesinin yürürlüğe girmesinden sonra 12.01.2011 tarihinde kabul edilen 6100 sayılı HMK’nın ispat hakkı başlıklı 189-(2) Maddesinde “Hukuka aykırı olarak elde edilmiş olan deliller, mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamaz” hükmü düzenlenmiştir.

Maddenin gerekçesinde “İkinci fıkra ile ispat hakkının delillere ilişkin yönünün hukuki çerçevesi çizilmiş, bir davada ileri sürülebilecek her türlü delilin mutlaka hukuka uygun yollardan elde edilmiş deliller olması esası getirilmiştir. Fıkrada öngörülen düzenlemeye göre, hukuka aykırı olarak elde edildiği anlaşılan delillerin, mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamayacağı düzenlenmek suretiyle, yargılama sırasında taraflarca sunulan delillerin elde ediliş biçiminin mahkeme tarafından resen göz önüne alınması ve delillerin her ne surette olursa olsun hukuka aykırı olarak elde edildiğinin tespit edilmesi halinde, diğer tarafça bir itiraz ileri sürülmese dahi mahkemece caiz olmadığına karar verilerek, dosya kapsamında değerlendirilmemesi ilkesi benimsenmiştir. Bu hususta mahkemece resen karar verilebileceği hususu dördüncü fıkra ile öngörülmüştür.” denilmiştir.

Bu durumda hukuka aykırı delil yasağı sadece ceza yargılamasında değil, hukuk yargılamasında da uyulması zorunlu bir ilkedir. Dayanağını hukukun genel ilkelerinden ve Anayasadan almaktadır.

Ayrıca idari yargılama usulünde de hukuka aykırı delil yasağı ilkesi geçerlidir. 2577 sayılı İYUK’un 31. Maddesi ve 1602 sayılı AYİM Kanununun 56. Maddesi, delillerin tespiti hususunda Hukuk Muhakemeleri Usul Kanununun ilgili bölümüne yani yukarıda zikredilen 6100 sayılı HMK’nın 189-(2). Maddesine atıf yapmaktadır.

Bu durumda hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin, idare mahkemeleri tarafından da dikkate alınması mümkün değildir.

Anayasa Mahkemesi 04.04.1991 tarihli ve 1990/12E., 1991/7K. sayılı kararında disiplin suç ve cezalarının hukuki niteliği konusunda bir değerlendirme yapmış ve disiplin cezalarının Anayasa’nın 38. Maddesi kapsamında olduğuna hükmetmiştir.

Kanuna aykırı delil yasağının Anayasa’da düzenlenmesinden önceki bir tarihte, bir siyasi parti kapatma davasına bakan Anayasa Mahkemesi, önüne getirilen hukuka aykırı delilleri dikkate almamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin 22.06.2001 tarihli ve 1999/2 E., 2001/2 SPK sayılı kararında “Yargı yerlerince uyuşmazlık konusu eylem veya hukuki olayın gerçekleşip gerçekleşmediğinin saptanmasında bir kanıtlama aracı olan delilin, hükme esas alınabilmesi için yasalarla kullanılmasına izin verilmesi gerekir….. Delilin elde ediliş biçimi, kişilerin Anayasa ile tanınmış haklarını ihlal ediyorsa onun hukuka aykırı olarak elde edildiğinin kabulü gerekir….. Özet olarak Türk hukuk sisteminde ‘hukuka aykırı şekilde’ elde edilen deliller hiçbir şekilde kullanılamaz. Hukuka aykırılıktan kasıt ise tüm pozitif hukuk kuralları ile birlikte hukukun kabul edilmiş evrensel ilkelerine aykırılıktır. Bu anlamıyla ‘hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller’, ‘yasal olmayan yöntemlerle elde edilen deliller’ kavramından yani ‘yasa dışılıktan’ da geniş bir içeriğe sahiptir.” değerlendirmesi yapılmış ve üçüncü kişiler tarafından getirildiği belirtilerek iddianameye eklenen telefon konuşma kaydının, yasalara aykırı biçimde ve Anayasada düzenlenen haberleşme özgürlüğü ihlal edilerek temin edildiği vurgulanarak hukuk düzeninin böyle bir delile itibar edemeyeceğine karar verilmiştir.

AİHS’de delillerin sunulması, kabulü ya da değerlendirilmesi hususunda bir düzenleme mevcut olmadığı için, AİHM delillerin iç hukuk sistemine göre değerlendirileceğini kabul etmektedir. Ancak Mahkeme, Sözleşmenin 8. Maddesi ile koruma altına alınan özel yaşama ve aile yaşamına saygı gösterilmesi hakkının ihlali suretiyle delil elde edilmesini söz konusu hakkın ihlali olarak kabul etmekte ve böylesi delillere dayanarak yapılan yargılamaların adil yargılanma hakkının da ihlaline yol açabileceğini belirtmektedir.

Sonuç olarak; Anayasanın 38/6. Maddesindeki düzenleme, sadece CMK bakımından değil, disiplin soruşturmaları da dâhil olmak üzere bütün hukuk sistemi bakımından bağlayıcıdır. (NİSAN 2016)